07 Temmuz 2025

​Sevgili Doktor yahut Çehovla Bizim Hikâyemiz

Tiyatro insanın kendi halini kendine düşündürerek onun kendisini bilme, olgunlaşma, kendisiyle arasındaki mesafeyi iyi, doğru ve güzelden yana gerçekleştirmek yolunda bir ayna olarak yakîn sağlamak noktasında manalı bir yerde durur. Kendine dışarıdan bakarak gerçeğini görmek zordur. İşte o bakış belki de gözlemleyen gözlerin aktardıkları ile kendi hikayesine bakmakla mümkün olur. Tiyatro üzerine büyük laflar etmek elbette bu yazının sahibine düşmez. Bunun yerine Anton Çehov’un hikâyelerinden Neil Simon tarafından uyarlanan Sevgi Sanlı çevirisi ile dilimize aktarılan metin üzerinden bahsettiğimizi düşünmeye çalışacağız. 8 kısa oyundan oluşan ve iki perde halinde tasarlanan bu metin farklı insan halleri ve durumları üzerinden bize bir ayna tutuyor. Hayatta gülmek, ağlamak, utanmak ve isyan etmek gibi ne kadar duygu ve hal varsa oyun bölümlerindeki tipler o durumları göstermek üzere eyleme geçiyor gibi. Biz bu eylemlerin ya sahibi ya da maruz kalanıyız sanki. Burada birbirinden ayrı ve kopuk görünen ama hayat kadar bizden olan bir bütünlük ve ortaklık söz konusu.

            Metindeki ilk oyun Aksırık başlığını taşıyor. Bu oyunda olmadığı kişi olmayı düşleyen ya da yükselme arzusu ile davranan bir karakterin ölümüyle sonuçlanan traji-komik hal görülüyor. Bir aksırık gafı ile gittiği tiyatroda çalıştığı kurumun bakan olan generalinin başına hapşıran genç çalışanın halleri hayat içinde hepimizin girdiği kaosları imler gibidir. Kendisi hatırlamayan bir generali vesvese ile büyüterek sonunda başını belaya sokan İvan,Derdin ne? Derdin ne? Şu makam koltuğuna yaslanmış soruyorsunuz, derdin ne? Sizin gibi yüksek tabakanın burnu havada bir bakanı benim gibi bir memur parçasına sormak lütfunda bulunuyor derdin ne? Şu dünyada eşitlik olmadığını çok iyi bildiğinizden makamınızda kurum kuruluyorsunuz. Bir bizim gibi hizmet görenler var, bir de sizin gibi hizmet gördürenler, bir bizim gibi boyun eğenler bir de sizin gibi boyun eğdirenler, bir bizim gibi el öpenler, birde sizin gibi el öptürenler. İnsanlık hali bu. Başımıza türlü işler gelir. Bir küçük düşenler var, birde küçük düşürenler. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, kalkmış soruyorsunuz, DERDİN NE? repliği ile sona doğru adam atarken General ona ilerleyen konuşmada Lanet herif. Mikrop saçıyorsun durmadan. Burnun önüne düşsün emi? Seni sümüklü böcek seni! Seni sümsük seni! Sünepe kerata. Ulan, senin burnunu sıksam canın çıkar. Pis solucan! Salyangoz gibi salya sümük bir şeysin. Ayağımın altına aldığım gibi ezerim seni. Bit kadar hükmün yok gözüm de. Sen bir hiçsin, bir hiç! diyerek mukabele eder ve İvan evine gider ve ölür. Bu ilk perdenin ikinci oyunu Mürebbiye başlığını taşır. Burada çalıştığı yerde ücret istismarına uğramak kurgusu üzerinden kendi hakkını savunma nasihati alan bir çalışanın hali yine traji komik bir yerden anlatılır. Hizmetçiye türlü oyunlar ile parasını kesen ev sahibesi arasındaki konuşma JULİA: Sağolun madam. Çok iyisiniz. Çok teşekkür ederim. (Dizini kırarak selam verip uzaklaşmağa başlar.) BAYAN: Julia! (Julia durup döner) Buraya gel! (Tekrar masaya yaklaşıp  reverans yapar.) Bana niçin teşekkür ettin?JULİA: Para için madam. BAYAN: Para için mi, ne yaptığımın farkında değil misin kuzum?  Düpedüz aldattım seni... Dolandırdım. Defterimde böyle kayıtlar bulunduğunun aslı astarı yok. Hepsini kafadan attım. Sana seksen ruble borçluyken sadece on ruble verdim. Hırsızlık derler benim bu yaptığıma. Bir de kalkmış bana teşekkür ediyorsun... Niçin? JULİA: Çalıştığım başka yerlerde bana hiçbir şey vermemişlerdi.BAYAN: Demek benden de beter kazıklamışlar seni... Sana küçük bir şaka yaptım. Aklını başına getirmek için acı bir ders vermek istedim. Çok safsın. Herkese fazla güveniyorsun. Dünyayı anla artık. Bu gidişle harcanır gidersin... Şimdi sana seksen rublenin tamamını vereceğim. (Ona bir zarf verir) Senin için önceden hazırlamıştım. Gerisi bu zarfın içinde. Al bakalım. Bu konuşmalar hayatta yaşanan nice hak gasbını bize yansıtan bizim hikâyemiz değil midir? İnsanın vicdanı ile cüzdanı arasında kaldığı yerde onu kendinden başka kendisinden koruyacak ne vardır ki? Kaç iş veren bu vicdan ile çalışanına bakabildi. Yoksa tam tersi iş bilirlik mi sayılıyor? Bu perdenin üçüncü oyunu Cerrah adını taşır. Dişçi olmaya özenen ve doktorun olmadığı bir yerde Zangoç’un dişini çekmeye çalışırken büyük sorunlara yol açan tip öğrencisi Kuryatin’in hikâyesi de olmadığı şey olmaya yeltenen ve liyakatsızlığı pişkinlile örtmeye çalışan insanın haline bir ayna gibidir. Metin de bu durum, ZANGOÇ: Bende bir müstakbel hasta. Tanrıya emanet olun. (Gitmek üzere döner. Sonra inler.) KURYATİN: (Gitmesine engel olmaya çalışarak) Sizi temin ederim. Doktor unvanını alabilmek için bir tek imtihanım kaldı. Bir formaliteden ibaret. Kendim doktorum, sadece adım doktor değil. Yalvarırım bu fırsatı esirgemeyin benden. Lütfen iskemleye oturunuz, muhterem peder, konuşması ile tespit edilir. Oyunun bu perdesindeki son oyun Baştan Çıkarma başlığını taşır. Evli ve güçlü adamların eşlerini baştan çıkarmakla övünen bir adam olan Piyotr Semyoniç bir manuplasyon ustası olarak eşi üzerinden oyundaki kadını baştan çıkarır ve fakat oyunun sonunda Piyotr kendisine teslim olan kadına vicdanıyla yaklaşarak arkasını döner ve oyun yazarın şu sözleri ile biter: YAZAR: İşi gücü başka erkeklerin karılarını baştan çıkarmak olan Piyotr Semyoniç, o günden sonra yalnız bekar kızlar ya da dul kadınlarla ilgilendi… Beklediği kız çıkageldi bir gün. Bu yıllanmış bekar da dünya evine girdi sonunda. (Yürümeye başlar) Mutluluğuna hiç diyecek yok ama ara sıra biraz keyfi kaçıyor. Genç yakışıklı bir subay, genç ve güzel karısını ne kadar çekici bulduğunu söyleyecek olursa. Bu halde bizim hayatta birbirimize oynadığımız bayağı numaralar karşısındaki durumumuzu göstermez mi? İnsan ihtirası, aç gözlülüğü, olmadığı şeyler olmaya yeltenmesi ve hakkı olmayan el uzatmasıyla bizim hikâyemizden bize konuşur bu ilk perde de. İzleyici komik hallere gülerken kendi karanlık tarafına bakmakta değil midir?

Oyunun ikinci perdesi Oyunculuk Sınavı adlı oyunla başlar. Bir oyun için seçmelere gelen aday önceleri kendisine yüz vermeyen seçiciyi Buraya dört günlük yoldan geldim. Beni bir kerecik olsun dinlemeyecek misiniz? SES: Yavrucuğum, beni zor durumda bırakıyorsunuz…KIZ: Bana iş vermeseniz bile, size bir oyundan bir parça okumak beni bütün hayatımca mutlu eden bir anı olurdu. Cüretimi bağışlayın ama bana kalırsa siz koskoca Rusya da yaşayan en büyük yazarlardan birisiniz. SES: Sahi mi? Çok naziksiniz. Belki e size birkaç dakika ayırabiliriz. KIZ: Yazdığınız hemen her şeyi okudum… Makaleleri, hikâyeleri (Güler) Bir tanesi çok hoşuma gitmişti. Hani (Daha fazla güler) Hani şey vardı. (Artık kendini tutamaz, çılgınca güler) Aman yarabbim, her aklıma gelişinde kendimi tutamıyorum. SES: (O da güler) Sahi mi? Ne tuhaf? Hangi hikâye acaba? KIZ: (Gülmeğe devam ederek) ‘’Bir Devlet Memurunun Ölümü’’ Aman yarabbim, günlerce gülmüştüm. SES: “Bir Devlet Memurunun…’’ Hatırlayamadım. Neden söz ediyordu? KIZ: Çerdyakov? Aksırık... Hani amirinin tepesine hapşıran adam.  SES: Aaa, Evet. Bunu gülünç buldunuz demek. Tuhaf, bence hüzünlü bir şeydi. KIZ: Hüzünlüydü tabi. Günlerce ağladım. Acıklı bir biçimde gülünçtü, diyerek zekâsı ile manuple ederek kendi tarafına döndürmeyi başarır. İşte yine biz karşımızdakine bir dev aynası oldukmu yaptırılmayacak şey yoktur değil mi? Yeter ki doğru damardan akmayı bilin. İnsanın doğasındaki boşluklardan girmeyi başardınız mı yürür gidersiniz, bu oyunda kendisini gösteriyor. Bu perdenin sonundaki replikler hem adayın başardığını gösterir hem de yazar burada sanki bize Çehov’un yazma sebeplerini yazdıklarından kurguladığı repliklerle özetleyiverir: KIZ: Maşa söze şöyle başlar: Şu müziğe kulak verin. Bakın, bizi terk ediyorlar. Bir tanesi büsbütün aramızdan ayrıldı. Hayatımıza yeniden başlamak için yalnız bırakıldık ama yaşamak gerek… Yaşamak gerek… İrina şöyle der: Bir gün gelecek, herkes bütün bunların nedenini bilecek. (Beklediğimizden daha büyük bir duyarlılık ve şefkatle söylemektedir bu sözleri) Böylesine acı çekmek neden? Bir gün gelecek, bütün sırlar birer birer çözülecek ama şimdi yaşamalıyız… Çalışmalıyız. Bizi çalışmak kurtarır ancak. Yarın yapayalnız okula gidip ders vereceğim. Bana ihtiyacı olanlar adayacağım yaşamımı. Şimdi sonbahar. Az sonra kış bastırıp her şeyi karla örtecek ve ben çalışacağım, çalışacağım, çalışacağım. Devam edeyim mi? SES: (Yumuşakça) Lütfen. KIZ: Olga der ki: Bando mızıka ne kadar canlı, ne kadar yiğitçe çalışıyor. Yaşamak isteği uyandırıyor kişide. Tanrım, zaman geçecek. Bizler büsbütün silinip gideceğiz. Bizi unutacaklar, yüzlerimiz unutulacak… Seslerimiz kaç kişi olduğumuz. Ama çektiğimiz acılar bizden sonra gelenler için neşeye çevrilecek. Mutluluk ve barış gelecek şu yeryüzüne. O zaman şimdi yaşananları sevgiyle hayırla anacaklar. Sevgili kız kardeşlerim biraz daha sabretsek, biraz daha zaman geçse, bileceğiz gibi geliyor bana: neden yaşıyor neden acı çekiyoruz… Keşke bilseydik… Keşke bilebilseydik… (Durur) Teşekkür ederim, efendim. Sizden istediğim sadece bu kadardı. Beni mutlu ettiniz… Tanrıda sizi mutlu etsin efendim. (Sahneden uzaklaşır. Sahne boştur.) SES: Biri çağırsın onu, ta Odesa’ya kadar yürümesini beklemeden. Acı, kaos, umut ve çalışma Çehov’u ve aynı zamanda hayatımızı resmetmiyor mu? Bu perdenin ikinci oyunu Boğulan Adam’dır. Deniz kenarında boğulma taklidi yaparak para kazanan ve yüzme bilmeyen bir kahramanın trajik hikâyesi onu kurtaracak iş ortağı Poponiçevski’nin adını hatırlayıp onu çağıramayan müşterinin gafı ile ölüm ile sonuçlanır. Bu perdenin üçüncü oyunu Biçare Kadın başlığını taşır ki başlık bir ironidir. Kadın sinir hastası kocasının parasını alakası olmayan bir bankada almak için türlü yalanlar ve sinir oyunları ile başararak banka müdürünü delirterek parasını alır ve gider. Burada da rol kapmaya çalışan kız gibi başka bir manuplasyon ile işçi sınıfından bir kadının kendi çıkarı için nasıl hareket ettiği görülür. Burada yozlaşan ve fakir kalan kitlenin hayatına da ışık tutulur gibidir. Oyunun son perdesi Uzlaşma adlı oyunla sona erer. Bir babanın 18 yaşına gelmiş oğlunu artık büyümesi gerektiği gerekçesi ile geneleve götürmesi sırasında yaşanan komik olaylar anlatılır. Sonunda çocuğun girmeyi başaramaması ile ÇOCUK: Bana vermek istediğin bazı bilgiler var mı? BABA: Ulan kıza bunun için bu kadar para saydık. Amma da garip sorular soruyorsun. Haydi, git oğlum. Bu gidişle ona fazla mesai ödeyeceğim. ÇOCUK: Evet baba gidiyorum. Gidiyorum. (Durur)BABA: Ne oldu gene? ÇOCUK: Çok tuhaf değil mi? Şu merdivenlerden inip sokağa çıkınca artık senin küçük Antoşa’n olmayacağım. Erkek Anton olacağım. Teşekkür ederim baba. Allahaısmarladık. (Kapıya gider)BABA: Dur (Anton durur) bekle Antoşa. ÇOCUK: Ne var baba? BABA: Biliyor musun, ne düşünüyorum? Güzel bir şemsiye daha uygun sanki. Önümüzdeki yılda erkek olup adam sırasına geçebilirsin pekâlâ. Gelecek yıla kadar bol bol vakit var. ÇOCUK: Nasıl istersen babacığım, peki babacığım. (Baba kolunu oğlunun omuzuna atar, geriye dönüp gecenin karanlığına dalarlar)

Elbette Sevgili Doktorumuz Çehov’dan başkası değildir ve oyun metininde yazar olarak konuşmaya devam eder. Bize burada yazarın anlattığı ve oyuncuların gösterdiği hikaye bizim hikayemizdir. Burada hayatın içinde en yüksek devlet memurundan en alt kademedeki memura, bir işveren ile çalışanı yani zengin fakır, tıp öğrencisinin zangoçla, bir çapkının bir kadınla, oyuncunun yazarla, para koparmaya çalışan kadının müdürle, babanın oğluyla muhtelif iktidarlar arasındaki gerilimler Çehov kahramanları üzerinden oyunda bize gösterilir. Çehov’un Rusya’ya Neil Simon’un ABD’ye konuşturduğu bu tipler aslında hayat içerisinden ve her yerde yaşananlara ilişkin bir bütünün resmi değil midir? Tiyatro sahnesinde işte biz bu yüzden kendi hikâyemizi izlemez miyiz?  Bu bakımdan tiyatroyu kendimizle aramızdaki mesafeyi anlamanın bir vasıtası kılmak onu modern bir ayrıcalık faaliyeti olarak konumlandırmaktan çok daha faydalı olacaktır. İnsan kendi sırrı peşinde anlam arayan bir varlık olarak varoluşunun halleri üzerinde kendisine ve kendiliğine bakmaya, anlamaya ve yaşamaya dair bir varlık değil midir? Hayatımıza yeniden başlamak için yalnız bırakıldık ama yaşamak gerek… Yaşamak gerek… İrina şöyle der: Bir gün gelecek, herkes bütün bunların nedenini bilecek. (Beklediğimizden daha büyük bir duyarlılık ve şefkatle söylemektedir bu sözleri) Böylesine acı çekmek neden? Bir gün gelecek, bütün sırlar birer birer çözülecek ama şimdi yaşamalıyız… Çalışmalıyız. Bizi çalışmak kurtarır ancak. Yarın yapayalnız okula gidip ders vereceğim. Bana ihtiyacı olanlar adayacağım yaşamımı. Şimdi sonbahar. Az sonra kış bastırıp her şeyi karla örtecek ve ben çalışacağım, çalışacağım, çalışacağım... İnsan kendine dışarıdan bakmak istediğinde bunun en faydalı yollarından birisi tiyatro ve oradaki aynadan aksedenler olabilir.

 

Vesselam