"PADİŞAH KIZINI VERSELER DE ALMAMAK"
Genc-i istiğnâ kadar bir kûşe-i râhat mı var
Lokma-i hân-ı
kanâat gibi bir ni’met mi var
Fıtnat Hanım
Anonim Türk
masallarına ait bir tip olarak Keloğlan’ı bilmeyen yoktur. Prof. Dr. Esma
Şimşek’e göre masallarımızda “Düzmece/sahte/yalancıktan Keloğlan”
ve “Gerçek/asıl Keloğlan” olarak iki ayrı tip karşımıza
çıkmaktadır. “Gerçek/asıl Keloğlan” tipi ise “Olumlu
özellikleri ile Keloğlan” ve “Olumsuz özellikleri ile Keloğlan”
şeklinde tasnif edilmiştir.[1]
Masallarımız, tamamıyla
hayal mahsulü imiş gibi değerlendiriliyor ve rasyonalizmin/realizmin kendi
ötesinde kalan her şeyi dışladığı modern çağda, masallara artık hiçbir yer ve
gerek olmadığı zannediliyor. Oysa masallar, onları ortaya çıkaran toplumun
gerçekleri ve ideallerinin harmanlandığı anlatılardır. Söz gelimi, bir
cemiyette güçlülerin zayıfları ezdiği bir vakıadır. Zayıfların güçlülere
galebesi ise bir idealdir, diyelim. Zayıf halk katmanlarının güçlüler
karşısında mücadelenin yollarını arayıp bulduklarını ve sonunda haksızların
bozgunu tattıklarını, bunun imkân dâhilinde olduğunu, halk muhayyilesi, masalları
vücuda getirerek koymuştur.
Kimi masallarda, zayıf toplum kesimlerinden
çıkan kahramanın, egemenlere karşı galebesi olağanüstü olarak görülüyor olsa da,
övgüye/takdire layık olanın zulüm değil
adalet; zulme rıza değil onun karşısında durmak olduğu temel mesajlardandır.
Masalların emzirdiği nesiller, zulmün kınanası bir iş olduğunu çabucak
kavrarlar.
“Keloğlan ile Cankız” adlı bir Türk
Sineması filmi var;1972 yılında yapılmış. Senaryosunu Turgut Özakman’ın yazdığı
filimde Keloğlan rolünü Rüştü Asyalı oynuyor. Keloğlan masallarından mülhem bu
film hemen herkesin malumudur. Köyünde anasıyla beraber yaşayan gariban
Keloğlan, ağanın zulmünden kurtulmanın çaresi olarak padişaha damat olmayı
görür. Anasını saraya dünür gönderir. Padişah “Söyle oğluna, kırk gün
sonra yarış var, gelsin, rakiplerini dize getirsin, alsın kızımı köye götürsün.”
der.
Keloğlan padişah kızını almayı kafasına koymuştur.
Bir ustanın desti himmetine[2]
yapışarak yapılacak yarışlara dair öğrenmesi gereken bütün hünerleri öğrenir.
Yarışmalar yapılır, hepsini Keloğlan kazanır. Ancak padişah işi yokuşa sürer,
yeni müsabakalar ister. Fakat keloğlan onlarda da bütün asaletli/devletli
rakiplerinin hakkından gelir.
İşin sonunda padişah sözünden cayar ve sevgili
kızını Keloğlan’a vermemeye karar verir. Onu bir kese altınla saraydan defeder.
Ardından Keloğlan ve cüce arkadaşı kılık değiştirerek padişahı yatağında
korkuturlar. Bunun üzerine padişah, kızı ile de konuşarak Keloğlan’ın
damatlığına razı olmaya karar verir. Lakin bu sefer de Keloğlan cephesinde
mesele farklı bir veçheye bürünmüştür.
Kahramanımız Keloğlan, padişahın kararına mukabil,
vermiş olduğu altın kesesini önüne atar ve yazımız bağlamındaki şu anahtar
cümleleri söyleyiverir: “Padişah kızı almak herhalde zevkli bir iş
olmalı. Aman ben ondan da zevkli bir iş keşfettim; padişah kızını verseler de
almamak.”
Filmin birçok sakil yanları var, onlar burada
bahis mevzuumuz değil. Ancak Keloğlan’ın yukarıdaki sözleri, masal cümleleri
olmanın çok ötesinde bir manaya işaret ediyor. O mana ise dünyanın
ayartıcı/baştan çıkarıcı zevkleri karşısında müstağni bir tavır takınabilmektir.
Çağımızda başarı fertler için ana gaye, biricik
arzu hâlini almıştır. Başarmak ana gaye olunca, ona ermek için bütün vasıtalar
meşru addedilmekte ve başarının en kudretli yardımcısı/kılavuzu olan zekâ
hesapsızca kutsanmaktadır.
O yüzdendir ki, neredeyse bütün ebeveynlerin
biricik muradı zeki ve başarılı çocuklara sahip olmaktır. Eğer biraz dikkatli
bakar ve esaslı bir usulle düşünür isek, masallarımızın hayatımızdan çıkışı ile
mertlik, yiğitlik, diğerkâmlık, kendi ziyanı pahasına doğruluk gibi daha pek
çok hasletin atık elini eteğini toplamış olması arasında doğrudan bir münasebet
vardır.
“Son cümle çok iddialı” diyenler
olabilir. Masallar bir değerler örgüsünün unsurlarındandır, onların
hayatımızdan çıkışı, bir parçası oldukları değerlerin de tasfiye olduğu gerçeğine
işaret eder ki bu da yukarıdaki cümlemizin hiç de yabana atılır olmadığına
delil teşkil eder.
Eski dilimizde “gani, istiğna, müstağni” gibi aynı
kökten kelimelerimiz vardır. Elbette ki kelimelerimiz, hangi hakikatler
evreninde bulunduğumuza dair en güçlü karinelerdendir. Mesela “gani”
zengin demektir. “El-Ğaniyy” Allah’ın(cc) doksan dokuz isminden
birisidir. Gani, zengin anlamıyla beraber kendisini ihtiyaç içinde hissetmeyen,
dünyaya/dünyalığa rağbet etmeyen demektir. Esasında kadim değerlerimiz
bakımından zenginliğin tarifi de budur. Cenab-ı Allah’ın ismi olarak da “Gani”
“hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu” anlamındadır.
Gani bu manalarından ötürü gönülle de beraber kullanılır. Gani gönüllü deriz.
Gönlü zengin kimse demektir.
İstiğna “Elde olana kanâat edip başka bir
şeye ihtiyaç duymama, tok gözlülük, gönül tokluğu” demektir. Müstağni
de bu haslete sahip olan kimse demektir.
Fıtnat Hanım’ın başlık altında zikrettiğim beytinin manası ise yaklaşık
olarak: Tok gözlülük hazinesi kadar rahat bir köşe mi var? / Kanaat
hanının lokması gibi bir nimet mi var?” demektir.
Bu kelime ve kavramlar halk irfanında, tasavvufi
terbiye usullerinde daha derin ve geniş anlamlar kazanmışlardır. Ancak modernleşme serencamımız neticesinde bunların
her he kadar sedası var ise de edası çoktan aramızdan geçip gitmiştir.
İçinde yaşadığımız dünyanın/düzenin metaına karşı
istiğna sabi olmayan/olamayan kimselerin hiçbir “kötülüğün”
yerine “iyiliği”, hiçbir “şerrin” yerine “hayrı”
ikame etmesi mümkün değildir.
Kimse kimseyi kandırmasın, “padişahın kızına” tav olanlar onun zulmüne
de rıza göstereceklerdir.
Vesselam!



