İstanbul'un Fethi: Hak Bâtıl Savaşı
Doludizgin küheylan, asırlardır beklenen kutlu müjdeyi arzın
her köşesine yayıyor; Ortodoks keşiş: “Konstantinapolis'te Latin serpuşu görmektense Osmanlı
sarığını tercih ederiz!” isyan bayrağını açıyordu; adalete susamış birinin ruh
haliyle…
Cenevizli, atılan mumbaralardan ocağının başına yıkıldığını
arzedince, derhal arzusu karşılanmış; yürek fethi gerçekleşmişti. Düşman
saflarındaki biri, Fethin Mimarı'na
şikayet gücünü nereden alıyordu?
Yirmi birindeki Mehmet, gece yarılarına kadar didinmişti;
Cenevizlinin evini tarumar eden, "düz giden havan" dı; "kavisli
havan"ın çizimi de ona nasip olacaktı.
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes…!”
Teheccüd vakti tomur tomur terleyerek uyandı; elli iki seher
beklemiş; Yaradan"ın yardımıyla sona gelmişti. Otağından, Altın Boynuz'a bakıyor; dudaklarından
“İzaca” dökülüyordu. Lider, risk alandı: “Gemiler karadan…!”
Bir gece yarısı Beşiktaş sahilinden yağlı kütüklere
bindirilen kadırgalar, dağları delen Ferhat misali Galata'dan Kağıthane'ye, oradan Haliç'e salınıyor…
"Küfrün önderleri" Sarayburnu'ndan Karaköy'e çekilen zincirin verdiği rehavetle
derin uykulara dalıyor; tan yeri ağarınca acı akıbeti tadıyorlardı.
“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; dağlardan çektiriler,
kalyonlar çekilecek; kerpetenlerle surun dişleri sökülecek…”
Yıllar var ki, tebasına zulümlerden zulüm beğendiren,
"halkını kilise fareleri kadar yoksul bırakan" imparator,
ırkdaşlarını yangının ortasına atmış; canlı kalkan misali siper etmişti. Bizans'ın Gresuva ateşleri,
gemilere sağnak sağnak yağıyordu.
Rakibini alt eden, ama
asla aşağılamayan “yüreği Istanbul kadar geniş adam” ise, şehri kansız
almak muradındaydı; fetih devletini görsünler diye…
İmar eden mimar, şehre, vakarla süslenmiş tevazu ile girdi.
Geride on binlerce Hamza yürek bırakarak… “Müminlerden öyle erler vardır ki …!”
Gürani, Akşemseddin, Hüsrev…'in elinde genç adam, bilgi ile edebi
harmanlamış; şehir medeniyetinin kapılarını açmıştı. Ayasofya'da soykırım bekleyen zayıflara: “Asırlardır,
öz yurdunda garip, öz vatanında paryasınız; lakin bundan böyle gökyüzü kadar
hürsünüz!” mesajını veriyordu…
Selahaddin'in
Kudüs onurunu üç asır sonra cengaverleriyle yaşayan kumandan, elinde demir
topuz, safları yarıyordu; “o ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel asker”di.
“Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü / Bir uğruna can verdiğimiz yerde
göründü.”
Şehzade Orhan, ihanet çemberinin içinde, Akıncı"ya
karşı, Bizans mı kesilmişti? Altı yüz ırkdaşıyla… Demek coni, kiralık katil
tutmayı ondan öğrenmiş; kendi silahıyla vurmuştu, Kufe'yi, Halepçe'yi, Kabil'i…
"Ufuksuz" Beylikler, sınırboylarında kardeş kanı
dökerken, leventler gaflet yurdunu, bir baştan bir başa Tevbe yetmiş bir'le aydınlatmış; güvenin
başkenti olmuştu. Akkoyunlu, Karakoyunlu… hayırda yarışmayı bırakmış; nakus
sesine boyun eğmişken, ötelerden bir gür seda, “Nush ile uslanmayanı tekdir
etmiş”, sıra "köteğe" gelmişti.
Pontus, korkunun ecele faydası olmadığını anlamak için sekiz
sene ölüp ölüp dirilmiş; Sırp çizmesinin gladyatörlerine karşı: “Yok mu, bir
sahip!” çığlığına uyanan Bosna, küllerinden yeniden doğmuştu. Adriyatik, artık
köle pazarı değil, özgürlük deryası olacaktı.
Tuna bir başka akıyor; Mostar, yaldızlı sulara kucak açan
"hilal köprü"ye kavuşuyor; dört asır, evrensel çağrının dinamik gücü
oluyor… kıtanın en batısında, Gırnata"da esen hikmet meltemi, Travnik'te metafizik poyraza
dönüşüyordu.
Roma'nın
fethi yakındı; Sevilla'yla
Goradze tarihi buluşmaya hazırlanırken, Çağın Son Nemrut"unun yerlebir
olmasına ramak kalmıştı. Toronto limanında demirleyen Akıncılar, tam da
“Endülüs"e merhaba!” diyecekken bulutlar acı haberi getiriyor… Çizme'de halklar kan ağlarken,
Giyotinci Papa derin bir nefes alıyordu.
Doktoru, Venedikli "dönme" Yahudi Maestro, adı
Yakup olsa da gönlü Azer'di…
zehri gıdım gıdım akıtırken… atını denize süren Hanzele coşkusuna…
“Köprüler yaptırdım, gelip geçmeye / Çeşmeler yaptırdım,
suyun içmeye” erenleri için hizmette sınır yoktu; güneş balçıkla sıvanmaz,
mızrak çuvala sığmazdı. Demek, Hırvatlara köprüyü yıktıran, derin bir redd-i
miras duygusuydu.
Fethin getirdiği çağlarüstü prensip, gittiği yerde taş
üstüne taş koymaktı; taş üstünde taş bırakmamaksa işgalcinin mesleğiydi,
Timurlenk'ten bu yana;
Vietnam'da, Somali'de… Sömürgeci
görüldüğü yerde gayya'ya
yuvarlanırken; fatihlerin kıymeti kaf dağının ardında daha iyi bilinirdi.
Ekinlere zarar vermeden, suları zehirlemeden, ecnebinin
siyanürünü ozon tabakasına boca etmeden…. garpta yedi yüz elli, şarkta altı yüz
yirmi sene doyasıya yaşanan medeniyet iklimi, “verilecek hesap”a dayanıyordu.
Tabiat boşluk kabul etmez. Yedi Tepeli Şehir, nice zaman
sonra, yerli / yabancı; kökü içerde / dalı dışarda "derin"lerce
yağmalanmış; Çandarlı'dan
Enver'e; Şehzade Orhan'dan Mithat'a uzanan ihanet bulutunun sisinde
boğulmuştu. Attan inen medeniyet, rehaveti bulmuş; umut dağıtan kent, hayalini
yitiren biçareye dönmüştü.
Şimdi aynı meydanda, Manisalı Fatih Mehmet, Bitlisli Metin'le; şehadet kervanında
sonsuzluk yurduna yürüyor; Ensari, Haliç kıyısından kadırgaları gözlüyordu…
Atlılar, ufukta ne zaman belirecekti?
Tarık Sezai
Karatepe