Aliya: İgman dağının sırrı!
Aziziye’de Bir Evvabin Vaktidir
Ahşap kubbesinde, yüz yılların yorgunluğunu iliklerine
kadar hisseden Pay-i Taht bakiyyesi kıblegah, ana gövdeden koparılışının
hüznüyle ağlamaklı. Yeşil zemin üzerine sarı ay yıldız yastaydı.
‘Eyvah! Ne yer, ne yar kaldı / Gönlüm dolu ah u zar
kaldı!’
Kınına sokulmuş sadaret kılıcı, hilal ile haç’ın sur’a
dek sürecek kavgasına ayarlıydı. ‘Kavgam karanlığa, güneş adına…’
Ak sakallılar, göynekleri ıslanırcasına gözyaşı
döküyor, ak saçlılar bir emperyal planın alıp götürdüğü vahdeti, ye’se
kapılmadan an be an bekliyorlardı.
Ak gönüllerse daha bir delişmen, “Biz de ana yurdu
kurtarırız, nifaktan infaka döner sokaklar, çarşılar… Bir prens uğruna
dökülürse kanlar, uğrarsa belaya milyonlar; girerse Balkanlar ateş çukurunun
içine…
Zulüm sağnak sağnak inerse Belgrad’dan, Zagreb’den…
ötelerde Berlin’den. Koşarız imdadına, Al-i Osman Yurdu’nun.
Beş asırdır Sancak inmedi minberden. Ne kara günler
gördük, ne elemler sardı Drina’nın bağrını. Katolik katılığı, Protestan
bağnazlığı sarmışken benliğimizi, bir Fatih yürekti kimliğimize kavuşturan.
…………………..
“Aliya dede, torunun
oldu…!”
“Ali İzzet olsun adı.
Ali gibi Seyfullah, ezilen tüm halklara bir İzzet yürek olsun!”
Bedeni onu değil, o bedenini taşıyordu sanki. Kundağı
kaldırdı gururla, Boşnak şivesiyle okudu kulağına Bilalce. Sava bir başka
akmaktadır, geceye karışan bir gurup vakti.
Önce şehrin adını koydu, sonra torununun. Şamaç’tan
Aziziye’ye bir Kutlu Yürüyüş’tü onunki… Osmanlı’da bir subaydı, gönüllerde bir
kahraman. ‘Eğilmeden, yıkılmadan’
Henüz ikisindedir Ali İzzet. Hırvat Ustaşaların nankör
sesleri duyulur, Sırp Çetniklerin vefasızlığı. Sokaklarına yüreğini koyduğu
Balkanlar’ın Üsküdar’ına alıp götürür bir rüzgar. Vatan Saraybosna’dır, asra
yaklaşan ömründe.
Yedisinde ‘Errahman’ dinler. On ikisinde, ayrılıkları
rahmete çevirecek mesajı: ‘Irk uğruna
savaşan bizden değildir, ırk uğruna ölen bizden değil!’
Halkının, giderek içlere çekilişini hazmedemiyordu. On
altısında ömürlük misyonunu kuşanmış, sıcak yuvasına ‘Veda!’ etmişti.
Yatağı, buz kesen sokaklar… yorganı gökyüzü. Boşnak,
Arnavut, Türk, Pomak, Çingene kardeşleriyle, Balkanların Söğüt’ünü kurmak üzere
ahitleşmişti.
İlk Cihan Harbi söküp atarken birliği, ikincisi ‘Böl,
parçala, yut’u tezgahlıyordu, Yesrib’e. SS, Ustaşa’ya sözde devletini
kurdururken, Frenk’in Grek’e yaptığını uyguluyordu, adım adım.
Ateşe el uzatılır mıydı, maşa varken?…
Ustaşa’nin Aliya’ya cebri, Zorlu Bir Adam’a çok
dokundu:
“Kiralık katilimiz ol,
yoksa!...”
“Sizin askeriniz olmaktansa…!”
Saraybosna, güzel yurt, bölünmüştü bir daha. Bir
tarafta Akıncı Yürekler, diğer yanda Çetnik aymazlığı. Partizanlar, çiğnerken
ecdad yadigarını bir kez daha, Gradacac’dan Başşehir’e düştü yolu. İmdada
koşmaya, uzak yakın akrabaya…
Prangalarla tanıştı genç bilekleri. Yüreğine asla
vurulamazdı, ancak bedenine… Genç bir muvahhiddi, tarihe not düşen. Kahramanlar
yaşar, tarihçiler yazardı.
Mapus damı Yusufça bir uzletti. ‘Garip pencerecik, küçük, daracık / Dünyaya kapalı, Allah’a açık’
Zenitsa çıraklık, Stolac kalfalık, Bele ustalık
yıllarıydı, hürriyete adım adım. Bin bir gece masallarını andıran, bin bir
imtihan gecesi.
Devirler değişse de değişmezdi totemler. Dün Karun,
Nemrut… bugün Hitler, Tito… Bıroz da ilahlık yarışına girdi, halefleriyle.
Eski Kıta’da direnen, direndikçe özgürleşen Yusuf
Yüzlüler vardı, adı şehitlerle yazılan. ‘Onların
bir tuzağı varsa…!’
Varlığı uykularını kaçırıyor, lakin baş edemiyordu.
Sinecek gibi değildi. Hem, Drina’nın Çocukları’na tutsaklık yaraşır mıydı? Yeni
Beleneler bekliyordu, mazlum ve bir o kadar mağrur coğrafyayı.
Beş yıla hüküm giydi Aliya. Nasibine düşen beş yıl! ‘Bana mısın?’ demiyordu, lakin. ‘Şahit ol Ya Rab!’ haykırışı maltayı
inletiyordu. ‘Sayım var, maltada hizaya
dizil / Tek yekun içinde yazıl ve çizil!’
Gönlü ile beyni arasında mekik dokuyan kalemi,
kainatın sırlarını açtı ona. Manifesto idi, alemi kuşatan soluğu. Nil’in
Çocukları Kutub ile Benna, yolunu gözlüyor; süre daralıyordu.
İkinci Yusufiye’ye aldırmadı bile. Beş kere üç yüz
altmış beş daha vardı, yürek fethine. Beş bin kere olsa ne çıkardı?
“Yaptığının hatalı
olduğunu söyle!”
rüşveti tutmadı. Değil mi ki Kutlu Önder: “Sağ
elime güneşi, sol elime ay’ı verseler…!” demişti.
…………………..
SDA bir umuttu, hür beyinlere. Etkisi Tuna’dan
Sava’ya, Adriyatik’ten Drina’ya… sardı bütün bir yurdu.
Ravza’dan
yayılan bir esintiydi, fetihten bir muştu. Bedenler değil, yürekler yarışıyordu
Anadolu hinterlandında. Gazi Hüsrev’den kalan.
Rakipleri birleştikçe dağılıyor, ‘Sen onları birlik zannedersin. Onların kalpleri paramparçadır!’
bir kez daha tahakkuk ediyor… niyet halis olunca da akıbet hayr oluyor, ’Nice az topluluklar, çok topluluklara
galip geliyor’du.
Miloş, Periç, Karad, Milad… şeytanın dört atlısı boş
durmuyor, birliğe göz dikiyor, bir baştan bir başa kana bulanan ecdad yurdu,
muhacir otağı oluyordu.
Çanakkale’de mezarları kaybolmuş yiğitlerin ittifakı
misali, Moro’dan Rabat’a… insanlık onuru, çentik-ustaşa tezgahını boşa
çıkarıyor, yetmişindeki ihtiyar delikanlı, her sabah olduğu gibi tünellerden
varoşlara erzak taşıyordu.
Ömer’in, modern çağa bir izdüşümüydü sanki!
Yenilgi üstüne yenilgi tadan kahpe tuzak, acısını
silahsızdan çıkarıyor, bir Amsterdam kalleşliğiyle, Goradze / Srebrenitsa, adaş
oluyor Halepçe / Hama kardeşleriyle, ‘şehit kentler’ kervanına iki müsemma
katılıyor, İkbal’in Pakistan’ı, İzzet’in Bosna’sı yüz yılı taçlandırıyordu.
…………………….
Kürsüdeki adam, daha da devleşiyor, uzaklara takılan
bakışları maverayı gözlüyordu.
“Tarihimizi kanla
yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi. İşte toplu
mezarlar!
Çok şükür ayaktayız.
Hamd ediyorum ki elimde dalgalanan bayrağı teslim edeceğim yüz binler var.
Selam sana ey halkım!”
İki Bin Üç… Ekim’in On Dokuz’u… Saraybosna
Milyonlar hep bir ağızdan:
“Selam sana Aliya, yolun
açık olsun! Şehitlere selam!”
Tarık Sezai KARATEPE