Avrupa saraylarında bir Osmanlı casusu- Sicilyalı Mehmed Ağa (51)
Sicilyalı
Mehmed Ağa'nın 45 yıl boyunca başta Fransa sarayı olmak üzere Avrupa'nın
değişik saraylarında hafiyelik faaliyetleri yaptığından daha önceden bahsetmiş
ve yazdığı mektupların ölümünden çok sonra Fransa'da yaşadığı evin yıkılması
esnasında döşeme altlarından ve duvar içlerinden tomarlar halinde çıkınca
bulunan bu belgelerin de Fransızlar tarafından tercüme ettirilmesiyle kitap
haline geldiğine değinmiştik. Mektuplarda yer yer olan anlam kaymaları Mehmed
Ağa tarafından kaleme alınan eski Türkçe metinlerin önce Fransızcaya oradan da
İngilizceye çevrildikten sonra bizim tarafımızdan tekrardan günümüz Türkçesine
çevrilmesinde oluşan hatalardan kaynaklanmaktadır. Bu mektuplardan örnekler
sunmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Seksen yedinci mektup
Konya’daki Bedreddin Çelebi'ye
Ey aziz ve sabırlı derviş, başımı
yere eğerek, sahip olduğum en büyük tevazu ile sana selam ederim. Şimdi sana,
yaşlılığına duyduğum saygı ve hürmetin bir göstergesi olarak, çorap ve
pabuçlarım olmadan, çıplak ayakla yazıyorum. Senin tertemiz masumiyetine duyduğum
hayranlığı da ifade etmek istiyorum.
Bana gönderdiğin uzun mektupta
gösterdiğin nezaket, bana ifade edemeyeceğim kadar büyük bir sevinç verdi;
geçmişteki acılarımı unutturdu ve gelecekte başıma gelecekleri düşünmemi
engelledi; çünkü şimdi, senin sevginin bu kadar açık bir kanıtını gördükten
sonra, bu dünyayı isteyerek terk edebilirim. Yaşlılığınız beni şaşırtmıyor,
çünkü hâlâ hayatta olan babanız 107 yaşında ve siz 82 yaşındasınız; bu da bana,
ikinizi de uzun süre daha göreceğimi umut ettiriyor. Dualarınız ve iyi
amellerinizin mükâfatı ile, dünyanın tüm hükümdarlıkların boyun eğmesi gereken
Osmanlı Devleti’nin üzerine Cenab-ı Allah'ın bereketini ihsan etmesini temenni
ediyorum.
Sultan Selim'e kendilerini tanıtan
ve Acemlere karşı savaşacak askerlere katılmak isteyen otuz kardeş, hepsini tek
bir kadından dünyaya getiren babalarını, doğadaki en asil türden bu kadar çok
sayıda çocuk sahibi olma şansına sahip olduğu için tüm Müslümanlar arasında en
mutlu kişi yapmıştı. Ama sen ve baban, bu bereketli ebeveynden daha mutlu
olmalısınız. Baban savaştı ve cesareti, tavırlarının masumiyeti ve büyük
itidalinin gücüyle, yaralar ve acılarla dolu bu zorlu çağdan galip çıktı. Peki
ya sen, böylesine şanlı bir babanın layık oğlu olmak için neler yapmadın ki?
Sen sadece babanın önceden yaptıklarını yapmakla kalmadın; aynı erdemleri
edindin ve onları o kadar aştın ki, erdemin kendisini aştığını söyleyebiliriz.
Senin gücün, katlandığın kanaatkârlık ve diğer çileler içinde hayranlık
uyandırıcıdır; bu konuda, şüphesiz, asla taklit edilemezsin. Ancak, yalnızca
senin için yaşayacağın cennet, insanlığın düşmanının asla zayıf düşüremeyeceği
saf inancını bu dünyada ödüllendirecektir.
Hıristiyanlar şöyle derler: Allah
onlara buyrukları verdiğinde, bunları mükemmel bir şekilde yerine getirenlere,
Allah'ın emriyle onları ışığa kavuşturanlara uzun ömür vaat etti. Eğer bu
doğruysa, ki büyük olasılıkla öyledir, uzun ömrün Allah'ın iyi yaşayanlara
verdiği bir ödül olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Tenkitçi olan Nasraniler
ise, insanların tufan öncesinde olduğu kadar uzun yaşamamalarının tek nedeninin
günah olduğunu iddia ederler; çünkü o zamanlar insanlar, sanki ölümsüz
olacaklarını düşündürecek kadar uzun yaşarlardı. Onlar, tufandan sonra Allah'ın
insanların tabiatını değiştirdiğini ve uzun bir ömrü oluşturan bu uzun yıllar
yerine, insanların en fazla 120 yıl yaşayabildiğini ve 80 yaşına ulaşanların
çok az olduğunu ve bunun ötesindekinin ise ıstırap ve eziyet ya da insanları
hayvanlara benzeten bir tür şuursuzluk olduğunu söylerler.
Bize olan rahatsızlıkları tedavi etmek veya
hafifletmek mümkün olduğu konusunda hemfikir olan çok az insan tanıyorum; ancak
hayatın uzatılabileceği görüşünde olanlar çok azdır. Yine de bu mümkünse,
burada inanılan ve geçen sene Paris'te yaşanan bir hikâyeye inanabiliriz.
Yaşlı bir adam, bu büyük şehrin bir
papazına gitti ve şöyle seslendi: “Muhterem peder, yaşamaktan bıkmış olduğum
için, vicdanım rahat bir şekilde artık yaşamamaya karar verebilir miyim, bunu
sizden öğrenmek için geldim. Kimya biliminin bana öğrettiği bir iksir sayesinde
129 yaşına geldim ve bu sayede, hissettiğim hiçbir şeyden, yaşlandığımı
neredeyse hiç fark etmedim; ancak, bu uzun yaşam şu anda bana sıkıcı ve
dayanılmaz geliyor. Damarlarımdaki kanım o kadar arınmış ki, insanlığın
genellikle maruz kaldığı ihtiraslardan hiçbirine sahip değilim. Damak tadım
artık etlerin lezzetini keşfetmeme yardımcı olmuyor, kulaklarım sağır olmasa da
gerçek ahengi seslerin karmaşasından ayırt etmeme izin vermiyor. Gözlerim
görmeye açık, ama hiçbir nesneyi net olarak görmüyor. Koku alma duyum
kokulardan etkilenir, ancak bunlar bende hiçbir iz bırakmaz. Dokunurum, ama
dokunduğum şeyi hissetmem ve her şeye kayıtsızca dokunurum. Kalbim artık
duyarlı değildir, arkadaşlarım için hassasiyet ve tutku duymaz. İçimdeki safra
artık olağan sıcaklığını kaybetmiştir. Sevinç ve keder, öfke, sahip olma
arzusu, umut ve nefret içimde söndü; bu sayede, tüm duyularımı korumada, tabiri
caizse, duyarsız hale geldim. Bu nedenle, günah işlemeden yapabileceğimi
garanti ederseniz, kendimi ölüme terk etmeye karar verdim; çünkü bu değerli
iksiri iki gün almadan kalırsam, yakında öleceğime ve beni boğan sıkıntıdan
kurtulacağıma eminim. Rivayete göre papaz bu feylezofa şöyle cevap verdi: Ölümü
arzulamaması, aksine hayatını koruması gerektiğini; günlerini uzatmak için
hiçbir sihirli sır kullanmadığını varsayarsak, sırrını keşfettiği ve
seyahatlerinde bulduğu bu mucizevi iksirin cennetten bir armağan olduğuna
inanması gerektiğini; Bu doğru, sıkıntılı bir hayattan kurtulacaktı, ama bir
suç işlemeden bunun sonunu getiremezdi; ve Allah'ın kendisine bahşettiği
hediyenin tadını çıkararak elde ettiği hazlarla kıyaslanamayacak olan şikayet
ettiği acıları daha büyük bir tevekkülle çekmek için hayatını korumak
zorundaydı.
Yüce Allah, seni bu feylezofun
ömründen daha uzun bir ömürle taltif etsin ve sana memnuniyet verecek her şeyle
donatsın. Ancak, her şeyden önce, bana verdiğin sözü asla unutmamanı rica
ediyorum. Senin yüceliğine saygı duyan hizmetkarın Mehmed'e her zaman özel bir
sevgi göstermeyi vaat etmiştin.
Paris, 1642 senesinin birinci ayının
15’i
Seksen sekizinci mektup
Saygıdeğer Veziriazama
Senin tavsiyelerinle, yeryüzünün en
güçlü prenslerinin emri altında, Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü, dünyadaki
tüm hükümdarlar için korku kaynağı olan, yenilmez savaşçı, sana cevap
veriyorum. En itaatkar kullarınızı onurlandıran mektubunuzu, sizi yüce ihtişamınıza
yakışır tüm tevazu ile okudum. Ve ruhen ayaklarınızın dibine kapanarak, onları
gerçekten öpemediğim için, bana gönderdiğiniz emirlere itaat ediyorum, ki
bunlar benim için kutsal kanunlardır.
İsveçli komutan Banniere öldü;
imparatorun ordusunun generallerinden Picolicomini ise onun hemen yanında
yatıyordu. Yarım saat içinde kendini, ordusunu, tüm yüklerini ve toplarını
kurtardı ve inanılmaz bir hızla, sadece hayvanların geçebileceği dağlar ve
ormanlar üzerinden geri çekildi, imparatorun ordusu sürekli olarak onun
peşindeydi. O, büyük bir cesaret sahibi bir adamdı, İsveç Krallığı'na büyük
hizmetlerde bulunmuş ve mükemmel bir komutan olarak ün kazanmıştı. İmparator,
bir süre önce ona, efendisini değiştirip müttefikleri terk etmesi halinde büyük
ödüller ve imparatorluk prensi unvanı teklif etmişti. Onu daha fazla
etkileyebileceğini düşünerek, onu Büyük Sultan'a karşı ordusunun komutanı
yapmayı da teklif etmişti, ancak o, sadakatinden ödün vermeden tüm bu
teklifleri reddetti.
Bu büyük komutan İsveç'te doğdu ve çocukken
yüksek bir pencereden düştü, ancak hiç yaralanmadı; bu da kralın, onun
olağanüstü bir şey için yaratıldığını düşünmesine neden oldu. Gençliğinde çok
seyahat etti ve savaş olan her yere koşarak gitmekten asla yorulmadığı görüldü;
bazen Lehistan'da, bazen de Moskova'da. Kralının ordusunun komutanı olduktan
sonra, kısa sürede kuzeydeki en büyük komutanlardan biri olarak ün kazandı.
Karargâh kurma sanatında mükemmeldi ve kimse onun kadar iyi bir şekilde orduyu
savaşa hazırlayamazdı. Kendisinden daha güçlü bir ordudan geri çekilme şekli,
tüm dünya tarafından hayranlıkla karşılanırdı. Her zaman iyi mevziler seçerdi
ve bir kez ele geçirdiğinde, onları nasıl koruyacağını çok iyi bilirdi; böylece
düşmanı ona karşı ne kadar güçlü bir orduyla gelirse gelsin, asla yenilmezdi.
Farklı muharebelerde seksen bin kişiyi öldürmüştür ve İsveç, altı yüzün
üzerinde sancağa sahip olmaktan gurur duymaktadır. Kral Gustav'a o kadar
benziyordu ki, sık sık birbirleriyle karıştırılırlardı. Asla açgözlü değildi,
aksine iyi bir koca olarak tanınıyordu. Kendini gösterdiği pek çok olay
arasında, İsveç ordusu Norlinge'de yenilgiye uğradığında yaptığı şey en dikkat
çekicidir.
Müttefikler tarafından tamamen terk
edilmesine rağmen geri kalanları korudu ve durumu öyle bir düzene soktu ki,
neredeyse anında yeni askerler topladı ve yanındakilere ayağa kalkmak için
zaman ve cesaret verdi. Ve bu, ünü senin merakını uyandıran bu büyük komutan
hakkında öğrenebildiğim tek şey.
Portekiz'in yeni kralının kardeşi
Don Duarte de Braganza, imparatorun ordusunda büyük bir şöhretle hizmet
etmesine rağmen, İspanyollar, kralın kardeşi tahta çıktığını duyar duymaz, bu
hükümdarı tutuklaması için çok ısrarcı davrandıkları söylenir. Ancak
imparatorun bu öneriye çok kızdığı ve bunun misafirperverlik kurallarına aykırı
olduğunu söylediği söylenir. Ancak İmparatoriçenin günah çıkaran rahibi,
İmparator'u ikna edecek ilahi gerekçeler buldu ve o, İspanyol nazırın eline
teslim edildi. Nazır, onu çok güçlü bir birlikle Milano Kalesi'ne götürdü. Oradan,
kardeşi Portekiz tacını İspanya Kralı Dördüncü Felipe'ye iade edene kadar
çıkması pek olası görünmüyor.
Geri kalanları, senin yardımcın olma şerefine
nail olan kaymakama yazacağım; böylece, nurların efendisinin iradesinin aracı
olarak saygı duyulması gereken ve tüm saatleri dünyanın yönetimine adanmış olan
sana yazmayayım. Hiçbir şeyden her şeyi yaratan Allah'ın rızası ile, bir gün
Büyük Sultan'ın ayaklarına, kafir ülkeleri yöneten tüm hükümdarların taçlarını
koyup, böylece dünyanın veziri olasın.
Paris, 1642 senesi birinci ayinin
18’i



