Avrupa saraylarında bir Osmanlı casusu- Sicilyalı Mehmed Ağa (35)
Sicilyalı
Mehmed Ağa'nın 45 yıl boyunca başta Fransa sarayı olmak üzere Avrupa'nın
değişik saraylarında hafiyelik faaliyetleri yaptığından daha önceden bahsetmiş
ve yazdığı mektupların ölümünden çok sonra Fransa'da yaşadığı evin yıkılması
esnasında döşeme altlarından ve duvar içlerinden tomarlar halinde çıkınca
bulunan bu belgelerin de Fransızlar tarafından tercüme ettirilmesiyle kitap
haline geldiğine değinmiştik. Mektuplarda yer yer olan anlam kaymaları Mehmed
Ağa tarafından kaleme alınan eski Türkçe metinlerin önce Fransızcaya oradan da
İngilizceye çevrildikten sonra bizim tarafımızdan tekrardan günümüz Türkçesine
çevrilmesinde oluşan hatalardan kaynaklanmaktadır. Bu mektuplardan örnekler
sunmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Elli dokuzuncu mektup
Konya’da bulunan Bedreddin Çelebi'ye
Uzun ve bereketli bir yaşam
sürdüğünüz için mutlusunuz; benim ne kadar hasta olduğumu düşününce, sizin bu
büyük yaşınızı üzüntüyle anmadan edemiyorum. On beş günlük hastalıktan sonra
gücüm tamamen tükendi ve bir hekim aramak zorunda kaldım; çünkü kendilerine
güvenenleri sanki düşmanlarıymış gibi öldüren bu ülkenin insanlarına kendimi
kolay kolay teslim edemem. Bu hekimleri sağlığımın durumu hakkında
bilgilendirdiğimde, bana büyük bir tehlike içinde olduğumu ve tedavimin
tehlikeli olduğunu söylüyorlar. Böyle yazarken saçmaladığımı düşünmeyin, çünkü
saf gerçeği söylüyorum. Onlara hangi iklimde doğduğumu söylersem beni kesinlikle
öldüreceklerdir; oysa onlara Boğdanlı olduğumu söylersem bana iyilik yapma
şansları olabilir; gerçi bu Ülkenin havası ilk nefesimi aldığım
Arabistan'ınkinden çok farklıdır. Hayatımı kurtarmak için bile olsa, doğruyu
söyleyemediğim zaman, insan hayatı, özellikle de benim hayatım ne kadar çok
acıya maruz kalır? Benim için dua et, aziz derviş ve eğer benden bir daha haber
alamazsan, Mehmed'in öldüğüne inan. Sana karşı işlediğim ve benim isteğim
dışında olan suçları da bağışla. Elveda; birbirimizi Allah'ta, Allah'la ve
Allah'ın huzurunda göreceğiz.
Paris, 12. ayın 5'i, 1639 yılı.
*Bedreddin Çelebi'nim hangi
Mevlevihane’nin postnişini olduğu henüz bilinmemektedir.
Altmışıncı mektup
Sakız'daki annesi Okumiçe'ye.
Sevgili anneciğim, sana son yazdığım
için beni bağışla; sağlığım yerindeyken görevimi yerine getirmek için sana
yazmadıysam beni ayrıca bağışla; belki de beni ararken artık bulamayacağın
zaman seni aramama izin ver. Ölmeye hazırım; Allah beni yanına çağırırsa
kendini üzme, kâfirlerin arasında olsam da ölüm başka yerlerde olduğu gibi
burada da hükmünü sürdürüyor. Sana söyleyebileceğim en kötü haber, genellikle
en uzun yaşamayı arzulayanların en kısa sürede ellerinden alındığıdır ve sana
söylemekten utanmıyorum, ben de bu sayıdan biriyim. Henüz bu aşağı dünyadan
isteyerek ayrılamıyorum. Ey mutsuz hayat! Ey hoş karşılanmayan ölüm! Ne
endişelerim var değil mi? Ve Hıristiyanlar arasında yaşadığımdan beri hangi
dehşetlere kapılmadım ki? Onlar bizim Kur'an'ımıza karşı vaaz veriyor, biz de
onların İncil'ine karşı haykırıyoruz. Onlar Muhammed'in büyük bir sahtekâr
olduğunu söylüyorlar; biz ise ona inanıyoruz. Gerçeği yalnızca kendilerinin
bildiğine, tek azizlerin, seçilmişlerin ve Allah'ın seçtiklerinin kendileri
olduğuna inanıyorlar; peki ya biz hatalarla dolu olursak ve Kur'an'ımız da
sadece bir sürü sözden ibaret kalırsa, o zaman bize ne olacak?
Senden ne iyi ne de kötü haberim var, yeni
eşinden başka: Allah evlendiğin neşeli Rum'a, ilk kocan olan babamın
ahlaksızlıklarını nasip etsin. Ne demek istediğimi biliyorsun. Kendisine gaddar
derdi, çünkü avamın huylarından nefret ederdi.
Hayatım için sana teşekkür
etmiyorum, çünkü benimle büyüklendiğinde en az düşündüğün şey buydu. Ama beni kendi
göğsünde emzirdiğin için bir karşılık bekliyorsan, hiçbir şeye sahip olmayan
zavallı bir kuldan sadece teşekkür sözcükleri bekle. Hayatın boyunca sev ve
nefret et; ölmek üzere olan bir evlattan beklenebilecek en büyük miras budur.
Bu sözleri kalbine nakşet: Her zaman dürüst olanı sev ve ona aykırı olandan her
zaman nefret et. Böylece bu farklı ihtiraslar doğru hedeflerine yönelecektir.
Eğer Peşteli biraderim hala
hayattaysa, ona masum bir öpücük ve bir el dokunuşuyla sevgilerimi ilet. Yüce
Allah senin yaşlılığını korusun ve sürdürsün ve en yüce olan merhametiyle senin
için hayatının son saatine kadar duyularının tadını çıkarmanı nasip etsin.
Elveda.
(*) Mektup tarihsizdir ve annesinin
isminin ne olduğu da tam olarak anlaşılamadı.
Altmış birinci mektup
Kardeşi Peşteli Halil'e.
Ömrümün sonuna yaklaştığımı
düşünerek, akla hayale gelmeyecek bir hevesle sana üçüncü sırada yazıyorum, her
ne kadar kalbimde birinci sırada olsan da. Sevgili Peşteli, herkesin arzusuna
göre ödüllendirildiği o dünyada birbirimizi göreceğiz. Bu büyük kente
vardığımda karşılaştığım karışıklık beni şaşırttı, ama başka bir zarar
görmedim. Hava çok istikrarsız olsa da hava güzel, erzak bol ve tadı hoş; Sen
Nehri'nin suyu tatlı ve berrak, erkekler iyi arkadaş ve kadınlar bana zarar
vermedi; Kral beni kötü kullanmadı. Baş nazırı Kardinal Richlieu beni kendi
tarzıma göre yaşamaktan alıkoymuyor; Muhteşem padişahımız benden hoşnutsuz
değil, yine de rahatsızlığım çok şiddetli; kalbimi üzücü bir baygınlık ele
geçirdi ve sağlığımdan ümidimi kesecek kadar kötü bir duruma düşmeye başladım.
Eğer bana karşı hâlâ bir sevginiz varsa, bu mektubu şefkatle okuyun: Sana
yapmış olabileceğim kötülükleri unut ve eğer sana nedenini açıklamadan ayrıldıysam,
bu kadar iyi bir kardeşe duyduğum şefkati, hükümdarın emirlerine olan itaatime
feda edebilme yeteneğini bana verdiği için Allah'a şükret.
Annemiz sana bir öpücük verirken
benden selam getirecek; benden gelmiş gibi kabul et ağırbaşlılığını koru ve
Avrupa'da olduğu gibi Asya'da da dürüst ol; Afrika'ya gidersen kötü örneklerin
seni bozmasına izin verme. Bu mektubu sana gözyaşları içinde yazıyorum; ama
ölürsem üzülme, kaçarsam da sevinme; çünkü böylece daha az ölümlü olmayacağım
ve bugün ödemediğim haracı, diğer bütün insanlarla birlikte belirli bir zamanda
ikimiz de ödeyeceğiz. İsteyerek ayrılmaya hazırlan; nasıl yaşayacağından çok,
nasıl öleceğini düşün; yaşlanana dek yaşamak istiyorsan, gençken ölecekmişsin
gibi yaşa.
Yüce Allah seni anlayışını mükemmel
bir şekilde kullanmakta korusun ve sana bütün gerçeklerde rehberlik etsin ve
eğer dünyanın en iyi kaptanı ve komutanı olmak istiyorsan, kendini fethetmeyi
öğren. Elveda.
Paris, 5. ayın 12'si, 1639 yılı.
Altmış ikinci mektup
Zinetoğlu'na.
Sana sağlıklı olduğumu söylersem,
yalan söylemiş olurum; çünkü gerçekten hastayım ve kısa ve ölümcül olsa da
kaçınmanın elimde olmasını dilediğim bir hastalık bekliyorum. Humma bana sık
sık insanın ne kadar kırılgan ve narin bir varlık olduğunu ve işlerin çokluğunda,
refah zamanlarında olduğu kadar sıkıntı zamanlarında da oradan ayrılmayı
düşünmesi gerektiğini hatırlatıyor. Yediğim ekmeğin tadı yok; yalnızlık bana
kasvetli geliyor ve arkadaşlık beni yoruyor; çünkü konuşulanlara katılamıyorum
ve yine de hiçbir şey söylemelerinden hoşlanmıyorum; beni sudan başka hiçbir
şey memnun etmiyor, ancak tüm deniz susuzluğumu gidermeyecek. Yatakta
huzursuzum ve kendimi oturduğumdan daha yorgun buluyorum; dün sevdiğim
şeylerden bugün nefret ediyorum. Kitapları nasıl sevdiğimi bilirsin, bu huyum
tamamen değişti. Odama güneş girse, dayanamadığım için hemen pencerelerimi kapatıyorum
ve bir dakika karanlıkta kaldıktan sonra, ışık için sabırsızlanıyorum.
Çeşitlilikleri ve eğlenceleri görmek için her yerden yabancıların geldiği
söylenebilecek Paris, şimdi bana bir budalalar hastanesi gibi görünüyor:
Konstantiniyye'den ve dostlarımla birlikte olmaktan başka bir şey istemiyorum,
onların yanında rahat edeceğimi hayal ediyorum. Ve bu, daha fazla sarıklı
Müslüman görme umudu olmayan arkadaşının mutsuz durumu. Cahil bir hekimi
görmekten, İmparator Severus'un rüşvetçi bir yargıcı görmekten nefret ettiği
kadar nefret ediyorum ve bana hizmet eden küçük bir uşağı gerekli bir kötülük
olarak görüyorum: Yine de beni ele geçiren hastalığı anımsatarak sizi biraz
oyalayacağım. Bu düşmanı evimde ağırlayalı altı aydan fazla olmadı; kendini
aptal yerine koyan bir Fransız uşak; domuz gibi bir boyu var, ama düzenbazlıkta
çok usta; zarifler gibi giyiniyor, yarı çıplak ve şairane divaneler gibi tulumlar
giyiyor; Her gün odamı süpürmek onun olağan görevidir, ama Augis'in ahırı kadar
pis bir odadır; ben uyanıkken o uyur, ben uyurken o hep uyanıktır; ışığı
gördüğü bu on üç yıl boyunca yemek yemeden iki saat geçirdiğini hatırlamaz:
Beni utandırmamak için açıktan ve insanların önünde yemek yemiyor; ama yine de
köşelerde bir şeyler atıştırmaya devam ediyor. Gurbete çıktığımda onu takip
etmek zorunda kaldım ve şimdi yatağımı tutuyorum, hangimizin efendi olduğuna
karar vermek zor, çünkü şapkasını başından hiç ayırmıyor. Pelerinlerimi
giydirmekten çok çıkarmaya hazırdır; bu yüzden böyle zamanlarda beni
çırılçıplak bırakmamasına özellikle dikkat ederim. Ayrıca o, herhangi bir
Floransalı kadar politikacıdır: İyi bir iş yapacağı zaman İspanyol hızına
kapılır, ama kötü bir işi mükemmelleştirmek için Sezar'ın en hızlı seferlerinde
olduğu gibi çeviktir; bu yüzden ondan aldığım hizmet için kendi koluma ve elime
borçluyum, iyi dövülene kadar asla koku vermeyen bazı İlaçlar gibi: Dinine
gelince, insan onun tenasühe (*) sahip
olduğunu düşünebilir, kendisini yiyen bitleri o kadar dikkatli koruyor ki,
onları öldürürken Pisagor'un kurallarına aykırı davranmasın. Ayrıca her türlü
temizliğe, suya ve gerçeğe karşı uzlaşmaz bir düşmandır; bir sinagogdan daha
kokuşmuş, bir İsviçreli 'den daha sarhoş ve herhangi bir kâhinden daha büyük
bir yalancıdır. Bu arada hastalığım artıyor ve içimdeki düşman o kadar iyi ki,
ganimetlerimle daha onurlu bir şekilde yaşamak için kesinlikle ölümümü
bekliyor. Bugün dünden çok farklıyım; yarın uzun evime gidip gitmeyeceğimi
bilmiyorum. Ebedî olana benim için dua et ve bir zamanlar birlikte esir
olduğumuzu hatırla. Yine de çok şikâyet etsem de umutsuzluğa kapılmadığıma
inan. Sana yazmayı bıraktım ama seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Mehmed bu
kâfirler memleketinde seni kucaklıyor, seni her zaman kalbinde taşıyor ve senin
için sürekli dua ediyor.
Paris, 12. ayın 4'ü, 1639 yılı.
(*) Tenasüh: Hinduizm gibi Doğu Asya
dinlerinde, insanın ölümünden sonra tekrar tekrar dünyaya geldiğine inanılmasıdır.
Kelimenin günümüzdeki karşılığı reenkarnasyondur.